PARÇALI AZ BULUTLU
SABAHA KALAN SÜRE
Batı Uygarlığına Erişim ve Türkiye’nin Zorlu Yolu
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Avrupa’nın "Rönesans" ve "Aydınlanma Çağı" gibi önemli aşamalarından geçtiği düşünülerek, Batı uygarlığına özenme duyguları ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum, taklit yoluyla aynı düzeye erişebilme yanılgısına yol açmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri dışında kalan dönemlerde, Avrupa düşünce sistemindeki gelişmelere gereken önem verilmemiştir. Bilimsel ve düşünsel ilerlemelere duyarsız kalınarak, Batı Uygarlığına ulaşma hayali uğruna birçok yıl heba edilmiştir.
Son yüzyılda, Türkiye’deki yönetimler de benzer bir yanılgıya düşerek, uygarlığın temelini oluşturan "Düşünce Evrimi" aşamalarını benimsemeden Avrupa Birliği’ne entegre olabileceğini düşünmüş ve bu hataya devam etmektedir. Oysa ki uygarlık, emek ve bilgi birikimiyle elde edilebilecek bir toplumsal olgudur.
Bugün dahi, 1700 yılında Ansiklopedinin yazarı Pierre Bayle’in, "Ben bir Dünya vatandaşıyım; imparator ya da krallara değil, gerçeklerin emrindeyim" sözü, tartışılmaz bir gerçek olarak değerlendirilmektedir. Yine aynı yüzyılın sonunda Friedrich Schiller, "Ben hiç bir prensin emrinde bulunmayan bir Dünya vatandaşı olarak yazıyorum. Anayurdum olarak bütün Dünya’yı seçtim" demiştir. Ansiklopedinin yöneticisi olan düşünür Denis Diderot da, "Doğaüstü güçlerin varlığı sanısı, insanlığın ortak yanılgısıdır" görüşünü savunmuştur.
Türkiye’de, "Aydınlanma"nın vazgeçilmez unsurlarından biri olan "İnançla bilim çatıştığında ben bilimden yanayım" diyebilecek kaç yöneticinin bulunduğu sorgulanmaktadır. Batı Uygarlığı düzeyine, sadece birkaç yasayla ulaşılabileceği yanılsamasına kapılan düşünürlerin, bu durumu içtenlikle savunup savunmadığı ise tartışmalıdır.
Son yetmiş yıldır iktidarda olan özgür düşünce karşıtları, ülkemizdeki aydınları susturarak, toplumu "Orta Çağ" karanlığına sürüklemeyi başarmışlardır. Ardından, "Biz Avrupalıyız; Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz" demekle Batı Uygarlığı’nın bir parçası olabileceklerini düşünmüşlerdir.
Avrupa yolunda görülen ilk çelişki, 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) başvuru yapılması olmuştur. Bu başvuru, demokrasiye zarar veren adımlar atan ve özgür düşünceli bilim insanlarını susturan yönetimin başında bulunan Adnan Menderes tarafından gerçekleştirilmiştir. Takip eden yıllarda, savaş sonrası Avrupa’nın kaybedilen insan gücünü yeniden kazanma çabalarında Türkiye’nin yöneticileri, işçilerin ardından "Kara Ses" olarak da bilinen Cemalettin Kaplan’ı görevlendirerek Avrupa düşünce ve yaşam biçimine uyum sağlamayı engellemiştir.
Gelecekten yoksun yöneticiler, ülkenin geleceğini düşünmeyerek, sadece işbirlikçilerinin taleplerine uygun anlaşmalarla Avrupalı olunabileceğini zannetmişlerdir. Yurt içinde "Milliyetçi Muhafazakar" söylemleriyle, bir yandan bayrakları tutarken diğer yandan muhtemel hiç okumadıkları Kutsal Kitap’la Avrupa kapılarını açmayı umut etmişlerdir.
Mevcut olumsuz durumların ve Avrupa Birliği’nin olumsuz tutumlarının temelinde, yıllar içinde biriken tutarsızlıkların olduğu gerçeği yatmaktadır. Uzun yıllar boyunca siyaset yapanların çoğunun sahip olduğu iki temel özelliktir; "Söz verip yapmamak" ve "Yapıp inkar etmek"tir. Avrupalıların da bu durumdan haberdar olduğu bilinmektedir.
Demokrasinin, "Meritokrasi" yani nitelikli bireylerin yönetimi haline gelmemesi durumunda, niteliksiz bir yönetim biçimi olan "Oklokrasi"ye dönüşmesi kaçınılmazdır.
Çekilen sıkıntıların çözümü ve Avrupa Birliği veya diğer modern kuruluşların bir parçası olabilmemiz, öncelikle çağdaş eğitimle yetişmiş bireylerin yönetimlerde yer almasıyla sağlanabilir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde elde edilen uluslararası saygınlığı sürdürebilmek için, Cumhuriyetimizin "Kuruluş İlkeleri"ni benimseyen yönetimlerin oluşturulması gerektiğine inanılmaktadır.
Bildirimler